O sıralar herkes birbirine korkuyla bakıyordu.
Pandeminin en yoğun zamanlarıydı.
Kimse kimseye yaklaşamıyor, yaklaşsa bile gözleri “acaba onda var mı?” diye soruyordu.
Korku bulaşıcıydı.
Ben bu korkuyu sadece gözlerinden değil, bedenlerinden bile okuyordum.
Ve fark ettim… ben sadece izlemiyor, hissediyordum.
Sanki herkesin duygusu içime akıyordu.
Bir ay arayla üç yakın akrabamı kaybettim: önce babaannemi, sonra amcamı, ardından dayımı…
Ve ilginçtir, hiçbiri COVID’den değildi.
Ama herkes öyle korkmuştu ki, ölümün sebebi kimse için fark etmiyordu artık.
“Şimdi sıra bende mi?” sorusu herkesin kafasında sessizce yankılanıyordu.
Ve ben… bu yankıyı kendi bedenimde yaşıyordum.
Artık İstanbul’a dönmem gerekiyordu.
Teyzemin çocuklarıyla birlikte arabaya bindik.
Ama ben arabada değil, sanki kafamın içindeydim.
Sanki başımın içinde dev bir sis vardı.
Araba her ışıkta durduğunda içimde bir sıkışma hissi başlıyordu.
Kaçmak istiyordum. Ama nereye?
Yürüyemez hale gelmiştim.
Birine tutunmadan iki adım atamıyordum.
Başım dönmüyordu belki ama beynim öyle hissediyordu.
Her an düşecekmişim, bayılacakmışım gibi…
Vücudum boşlukta, havada asılı gibiydi.
Ayakta durduğumda bile sanki dünya dönüyor, ben onun merkezinde savruluyordum.
Günlük hayatın sıradan hareketleri artık mucize gibiydi.
Yürümek.
Birine bakmak.
Birinin eline dokunmak.
Bunlar ne kadar da değerliymiş… ben artık bunu biliyordum.
Çünkü artık yapamıyordum.
Zorlu bir araba yolculuğundan sonra nihayet evdeydim.
İçimde hafif bir rahatlama olmuş gibiydi ama rahatlamamıştım.
Tabii ki “artık güvendeyim” hissi vardı ama tüm belirtiler hâlâ benimleydi.
Hiçbir şey değişmemişti.
Ve o an anladım…
Kaçmak tabii ki işe yaramamıştı.
Çünkü ben nereye gidersem gideyim, içimdeki o yoğun duygular da benimle geliyordu.
Kaçmam gereken yer ortam değil, düşüncelerimdi.
Kaçışla hiçbir şey değişmeyecekti.
Ben artık değişmek zorundaydım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder